Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

Fotoğraflar

Fotoğraflar

29 Ocak 2016 Cuma

SELİMİYE KIŞLASINDAKİ LAMBALI KADIN !

FLORANGE NİGHTİNGALE MÜZESİ
( Lambalı Kadın - The Lady with the Lamp )

www.aloraart.com sitesinden alınmıştır.

Selimiye Kışlasında bir müze bulunduğunu ve de bunun Florance Nightingale ile ilgili olduğunu öğrenince kısa bir araştırmanın ertesinde Selimiye ‘de müze yönetimi amirliği ile temasa geçerek müzeyi ailece gezmek için randevu aldım. 
Randevu günü Selimiye Kışlasına gittiğimizde kışlanın Harem tarafındaki nizamiye kapısının bulunduğu yerden içeri alındık . Bir bekleme ve kabul salonunda gerekli güvenlik taramasından geçtikten sonra cep telefonlarımızı ve fotoğraf makinelerimizi teslim ettik ! ( doğrusu bunu hiç beklemiyordum .)

Selimiye Kışlası havadan görünüşü. 
(sağ öndeki kulenin oradaki misafirhanede bekleniyor.Sol arkadaki kule müzenin olduğu kule )

Belli bir misafir gurubu oluştuktan sonra bir görevli asker eşliğinde dahili servis otobüsü ile kısa bir yolculuktan sonra kışlanın ana kapısında indik. Burada bizi müzeden sorumlu bir binbaşı teslim alarak muhteşem bir giriş salonu ve onu takip eden ( tüm gn. kurmay başkanlarının büst ve fotoğraflarının bulunduğu ) güzel bir koridorun sonundan ( ki bu koridorda yıllar öncesi Kırım savaşı yaralıları yerlerde , yataklarda yatıyorlarmış )  Selimiye Camii tarafındaki kulenin bulunduğu yerdeki müzeye getirdi .

Selimiye Kışlasının hastane haline getirilen koridorlarını gösterir bir gravür

Kulenin alt odası olan giriş bölümünde Balkan savaşları, Çanakkale savaşı ve Kurtuluş Savaşı heykelleri sergileniyordu .  ( bunlardan bir tanesi de  Çanakkale Savaşı kahramanı Seyit onbaşıyı temsil eden heykeldi..) Mustafa Kemal Atatürk ‘ün maskı , savaş zamanı kullanılmış olan ateşli ve ateşsiz silahlar , I.Orduya ait flamalar ve Osmanlı Devlet armaları da bu giriş salonunda sergilenmekteydi.

Müzenin giriş salonundan görüntü 
( Fotoğraf ,  I.Ordu Komutanlığının hediye ettiği kitapçıktan alınmıştır. )

Hemen asma katta ve sonraki iki kat ise  Florance Nightingale müzesi olarak tasarlanmış. Hasta muayene odası olduğu söylenen ilk mekanda “ lambalı kadın - Florance Nightingale “ heykeli yer almaktaydı. Ve o yıllarda kullanılmış olan muayene odası eşyaları vardı. Raflarda ve dolaplarda el yapımı ilaçların olduğu ilaç kutuları , şişeleri vb. malzemeler….
Odadan yukarı çıkan spiral merdiven bizi Florance Nightingale ‘in odasına götürdü. Bu oda onun hem çalışma hem dinlenme hem de yatak odası imiş .. Odada masa başında ilaç imal ederken görüldüğü bir temsili heykelde mevcut.
Müzenin bulunduğu bu kuleye “ Babil kulesi “ denildiğini okumuştum bir yerde !

Florance nightingale ' in özel eşya ve diğer objelerin olduğu oda .
( Fotoğraf ,  I.Ordu Komutanlığının hediye ettiği kitapçıktan alınmıştır. )

Oldukça güzel ağırlandık . Kırım savaşı , Florance Nightingale ve olaylar hakkında bilgilendirildik. Kuleden istanbul’a Selimiye ‘ye bakmak ise ayrı bir heyecan ayrı bir güzellikti….Ne yazık ki buları sadece hafızamıza pozladık !
Her İstanbul ‘lunun ve de Kadıköy ‘lünün gidip görmesi gereken bir yer bu müze…. Tarihteki önemli yeri , etkinliği ve Hemşireliğin öncüsü Florance Nightingale ‘in gerçek doğduğu yeri görmek , Selimiye ‘nin Kulelerinden İstanbul ‘u seyretmek için !

Müze , Selimiye Kışlasının kuzeybatı köşesindeki kulenin bir bölümünün I.Ordu Komutanlığının izni ve desteği ile Türk Hemşireler Derneği tarafından 1954 yılında düzenlenmesi ile oluşmuş ve açılmıştır.
Müzede Florence Nightingale ’in eşyaları, fotoğrafları, elinden hiç eksik etmediği lambası, madalyaları , dönemin hatıra ve eşyaları ile  Sultan Abdülmecid’in hediye ettiği bilezik sergilenmektedir. Florence Nightingale ‘e ait pek çok el yazması not, mektup ve kullandığı eşyalarda yer almaktadır.


Müzenin bulunduğu kuzey batı kulesi                     I.Ordu Komutanlığının hediye ettiği kitap


İrtibat için :
Florence Nightingale Müzesi
Adres: Selimiye Kışlası Üsküdar İstanbul
Telefon: 0216 343 10 73
faks : 0216 553 10 09)

Ziyaretçiler , 2 gün öncesinden kimlik fotokopisi ve gezi saatlerini fax çekerek bildirmek zorundadır.
Ziyaret günleri : Hafta içi her gün sadece rezervasyon yaptırılması ile ziyaret edilebilir.
Müzeye giriş ücreti alınmamaktadır. 

NOT : Bu bilgiler 2010 yılı içindir. İrtibat telefonundan değişiklik olup olmadığının öğrenilmesi faydalı olur.


 Kırım savaşı yıllarında Selimiye kışlası ve oluşmaya başlayan İngiliz mezarlığını gösterir bir gravür.


Kadıköy Haydarpaşa 'da bulunan İngiliz mezarlığı hakkında daha fazla bilgi için bakınız ; http://kamilcaglayan.blogspot.com.tr/2015/12/kadkoy-deki-haydar-pasa-ingiliz-mezarlg.html



Selimiye Kışlası ve Florance Nightingale ‘in hikayesine gelince ;

1854 – 1855 yılları arasında yapılan Kırım savaşında mart 1854 ‘de İngiltere ve Fransa Osmanlının yanında Rusya ile savaşa girer…Ve Eylül ayında müttefik birlikler Kırım ‘a çıkarlar.
Savaş öncesi ve sırasında İngiliz Ordu Komutanlığı tarafından Selimiye ‘de ve Haydarpaşa Çayırında orduğâh , nakliye limanları ve sahra hastanesi kurulmuştur.
Cephede savaşacak İngiliz , Fransız ve Sardunya askerlerinin İstanbul üzerinden Kırıma gitmesi ve savaş süresince yaralanan askerlerin de İstanbul ‘a getirilmesi ile İstanbul açık bir karargah ve hastaneye dönüşür. Savaş ilerledikçe İstanbul ‘da bu yaralılara hizmet verebilecek yapı ve donanım olmadığı görülmüş ve savaş Osmanlı sağlık kuruluşlarının yetersizliğini ortaya çıkartmıştır.

1854-55 yıllarında Selimiye kışlası ve Haydarpaşa çayırında kurulan ordugâh

The Times gazetesinin Kırım Savaşını izleyen İstanbul muhabiri William Howard Russel , İstanbul ‘daki bu sağlıksız ve yetersiz koşulları gazetesinde yazınca, aynı gazete bir yardım kampanyası başlatır. Bunun üzerine İngiliz Savunma bakanlığı harekete geçmiş , İstanbul ‘a bir sağlık ekibi gönderilmesine karar verilmiştir. Bu amaçla 14 hemşire ve 24 rahibeden oluşan gönüllü bir ekip kurularak İstanbul ‘a gönderilir.
Başlarına da “ Türkiye ‘de İngiliz Umumi Hastaneleri Kadın Hastabakıcıları Hastanesi Müdürü “ unvanı ile  ( sonradan modern hemşireliğin kurucusu olarak tanınacak ve ünlenecek olan ) Florance Nightingale getirilmiştir.

Florance Nightingale

İstanbul ‘a 4 Kasım 1854 akşamı gelen ekip derhal Selimiye Kışlası ‘na yerleştirilir. Yaralılar için bakım yapılabilecek ilacın yanı sıra bu yaralılar için temiz bir mekan problemi olduğunu da gören Florance Nightingale ve arkadaşları , yapının en azından bir bölümünü altı ay içinde hastaneye çevirirler… Ekip , öncelikle odalarda ve koridorlarda hastaları hastalıklarına göre ayırarak pavillon sistemini kurar , o zamanlar pek aldırış edilmeyen Hijyene önem verirler. Gece gündüz demeden hasta ve yaralılara baktığı için askerler ona “ Lambalı kadın “ ismini  takmışlardı. Hastabakıcılıkta yeni yöntemler bularak ve bunları uygulayarak  , titiz bir hijyen anlayışı ile kışlada ölüm oranlarını düşürürler.




Selimiye Kışlası'nın  hastane olarak kullanıldığı dönemi gösteren 1856 tarihli taş baskı.


O sıralarda bir krokiye göre ; hemşirelerin kaldığı odalar , kışlanın Selimiye Camisi tarafındaki kulenin iki yanındaki kollarda yer almaktadır. Florance Nightingale ‘in yatma ve çalışma odası ise kulededir. 



Florance Nightingale ve arkadaşlarının çalışmaları kısa sürede sonuç vermiş , yaygın olan bulaşıcı hastalıkların da etkisiyle yüksek olan ölüm oranı düşmüştür.

Aynı yıllarda İstanbul ‘da bulunan Lady Alicia Blackwood anılarında Üsküdar ‘dan söz ederken , burada 5 bin yaralı ve hasta askerin tedavi gördüğünü ifade etmektedir.

1855'te kendisi de o ünlü "Kırım Ateşi "ne yakalanıp hastalandığında, "Yaralılar duvara dönüp ağlıyorlardı. Tüm umutlarını ona bağlamışlardı," diye yazılmış eve giden asker mektuplarında.

Hastalığı atlatır. 1856'da son hasta da taburcu edilir. Bayan Nightingale görevini tamamlamıştır. Artık vatanına geri dönebilecektir.


Lady Alicia Blackwood 'un bahsettiği Üsküdar ve çevresi ( 1850 'ler )

Lambalı Kadın - The Lady with the Lamp ( Florance Nightingale )



Modern Hemşireliğin kurucus Florence Nightingale kimdir ?

Florance Nightingale , varlıklı Nightingale ailesinin kızı olarak  1820 yılında İtalya 'nın Floransa kentinde doğduğu için ona bu ad verilir. Küçüklükten beri tutmuş olduğu günlüğüne 17 yaşında iken şu notları düşer : “Tanrı benimle konuştu ve beni görevlendirdi.” Daha sonraki yıllarda bu sesi tam 4 kez duyduğunu iddia eder.
19 yaşına geldiğinde ailesi ile birlikte İngiltere 'ye dönerler. Boş vakitlerinde sürekli pencere kenarında kitap okur. Tüm bu gösterişli hayat onun için sıkıcı ve depresiftir.  Londra ‘daki kır evlerinin çevresindeki yoksul insanları da sürekli ziyaret eder ve onlara çorba ile para götürür. Yine o yıllarda günlüğüne bir not daha düşer:
“ Aklım sürekli insanların yaşadıkları acı ile meşgul. Başka bir şey düşünemiyorum .”

24 yaşında iken birdenbire hastanelerde hastalara yardım ederek mutlu olabileceğini düşünür. Sürekli okumakta, hastane raporlarını incelemekte, hastanelerin daha iyi şartlara nasıl getirileceğine kafa yormaktadır. 26 yaşında iken Almanya da bir enstitüde din kadınlarının hemşirelik yaptığını öğrenir. Bunun kendisi için bir fırsat olabileceğini düşünür. Evliliğin ona göre olmadığını ve evlenirse ilahi görevini yerine getiremeyeceğini düşünmektedir. 33 yaşında evden ayrılmaya karar verir. 
Florance Nightingale Hasta bakıcılığın kötü adını silmek ve bunu meslek haline getirmek ister. Bunu ülkenin bakanlarına kadar iletir fakat izin alamaz.
Londra da umutsuz koşullardaki hasta hanımefendilerin bakımını üstlenen bir dernekte çalışmaya başlar.

Florance Nightingale

Bu sırada Kırım ‘da savaş başlamıştır. İşte o günlerde London Times gazetesi “Neden bizim de iyiliksever hemşirelerimiz yok?” diye başlık atar.

Ve Florance Nightingale  Selimiye kışlasında yeniden doğar !

Savaştan sonra da kendini bu mesleğe adayan ve hemşirelik mesleğinin kurucusu sayılan Florance Nightingale, İngiltere’de yeni kurulan Ordu Sağlığı Kraliyet Komisyonunda görev almıştır.                 1860’ta halkın verdiği bağışlarla meydana getirilen Nightingale Fonunu kullanarak, ilk Nightingale Hemşirelik Okulunu kurar. 
1907’de “Order of Merit” liyakat nişanıyla taltif edilen ilk kadın olur.
Florence Nightingale daha sonraki yıllarda İngiliz ordusu hakkında istatistiki bilgiler yayınlar. Yeni sivil ve askeri hastanelerin gerekli sağlık koşullarına uygun bir şekilde inşası söz konusu olduğunda, o gönüllü danışman haline gelmiştir. Deneyimleri hakkında birçok kitap yazar. En tanınmışı; Hasta Bakımı Üzerine Düşünceler, aile için pratik bir el kitabı olur.

Kronik yorgunluk sendromu sonrası önce görme yetisini kaybeder. 1910 yılında 90 yaşındayken bir gündüz uykusu sırasında hayatını kaybeder.



Öldüğünde yalnız Amerika'da binin üzerinde Nightingale Okulu vardır. Hemşireliği saygın bir meslek yapma amacına ulaşmıştır;

1961 yılında, Türkiye'de, Şişli'de açılan ilk Yüksek Hemşirelik Okulu'na onun adı verilmiştir.

İstanbul Çağlayan’da halen Nightingale’in adını taşıyan bir hastane de bulunmaktadır.

Haydarpaşa İngiliz Mezarlığı

Selimiye Kışlası'nın 1880 ve 1893 yılları arasında bir tarihte çekilmiş olan fotoğrafı 
(Abdullah Biraderler, ABD Kongre Kütüphanesi)




































22 Ocak 2016 Cuma

KADIKÖY 'ÜN UFKUNDAKİ YALNIZ VE ISSIZ ADALAR



Hayırsız adalar …....  Yassı Ada ve Sivri Ada


Moda 'dan Marmaraya bakış 



Marmara denizinde prens adalarından önce Kadıköy açıklarında iki ada var yan yana 

“ Yassıada “ ve “ Sivriada” .............Bu adalar her zaman Kadıköy ‘ün silüetinde görülür . 

Kadıköy ‘ ün İnci Burnu ‘ndan , Mühürdar ‘dan , Moda ‘dan , Fenerbahçe ‘den Marmara ‘ya baktığımızda hep ufkumuzda onlar vardır…

İstanbul ‘un Marmara denizinde Anadolu yakası kıyılarına yakın adalar gurubunun en yalnız ve en talihsiz ıssız adaları……

Prens Adaları , İstanbul Adaları ya da Kızıl Adalar denilen adalar gurubunun ( 9 ada ) bir parçası olan bu iki ada diğer adalardan biraz ayrı durmaktadır.







Prens adalarına antik dönemde Dimonisi veya Demonisi (Cin Adaları) denmiş , Aristotales ise bu adalara “ Halkedon” (Kadıköy) Adaları demiştir.



Ben de her nedense bu adaları çocukluğumdan beri Kadıköy 'ün adaları olarak görürüm !


İnci Burnundan Marmara 'ya bakış....

Kadıköy ‘den Marmara denizine ve adalara doğru her baktığımızda ufkumuza , kameramızın görüş alanına giren bu iki adanın görüntüsü bende çocukluğumdan beri bir hüzün , bir merak duygusu uyandırmıştır .

Onlar hep diğer ada kardeşlerinden ayrı durmuş ayrı tutulmuşlardır…..



Benim çocukluğumda ( 1960 ve sonrası ) sivri ada 'dan “eşek adası” ve “köpek adası” diye bahsedilirdi….

Yassıada‘ya ise “ hayırsız ada “ denirdi…..Ben de o şekilde bellemiş ve de kullanmıştım bu adaların isimlerini…

Tabii adaların sonraları resmi adları öğrenildi ama benim için hep hayırsız adalar olarak yer etti isimleri…Kendileri hayırsız değil de onlara hayırsızca davranılmış gibiydi aslında !

Evet bu yalnız ve hüzünlü adaları şöyle bir tanıyalım;


Hayırsız Adalar : 
Sivri ada ve Yassı ada, içinde bulundukları takımadalarda bulunan diğer adaların batısında , Boğaziçi girişinin 16 ile 17 km. güneyinde ve Asya kıyılarının 15 km. açığında kalmaktadır.


Sivri ada (Oxia) : 




fenerbahçe 'den Marmaraya bakış......



Biz bu adaya çocukken “ eşek “ adası derdik….

1960 ‘lı yıllarda Mühürdar sahilindeki küçük taş iskeleden geceleri adaya motorlarla eşek götürüp orada kestiklerini sonra da İstanbul ‘a getirip sucuk , pastırma vb. yaptıklarını duyardık “ fısıltı gazeteleri” nden ! 
Artık ne derece doğruydu bilemem ama biz sucuk ekmek yemeğe devam ederdik … 

Bu adaya kah “ sivri “ ada “ kah “ hayırsız ada “ dendiği olur…. Resmi adı “ sivri ada “ dır…

Sivri ada ile Yass ıada, İstanbullular tarafından "Hayırsız ada" olarak da adlandırılırlar.

Bir çok kaynakta , Kadıköy Haydarpaşa mendirekleri yapılırken bu adadan dinamitle patlatılan ve mendireğe taşınan taş blokların çıkartıldığı adanın ortasının oyuk , batı yamacının ise sivri bir hal almasından dolayı adının Sivri ada ’ya çıktığı yazılır.. 
Ancak , adanın Yunanca da "sivri uçlu" anlamına gelen Oxia  şeklinde adıyla tarihi bilgilerin bulunması bu iddianın sağlıklı olmadığını düşündürmektedir.

Doğru olan ise ; Bizans ve Osmanlı dönemlerinde bazı yapılar için bu adadan taş nakledilmiştir. Haydarpaşa rıhtımı ve Haydarpaşa Limanı 'ndaki mendirekler de bu adadan getirilen taşlarla yapılmıştır.

Bir başka isimlendirme şekli de , ada üzerinde tarihin hiçbir döneminde ciddi yerleşim olmaması sebebiyle ve de  köpek katliamlarıyla anılmasından dolayı olduğunu sandığımız “Hayırsız Ada” şeklindedir. 

Ben en çok bu ismi benimsemiştim ! 

Zaten adanın başlıca ünü, Istanbul ’daki bütün sokak köpeklerinin birkaç sefer toplanıp buraya atılması ve sonra da bu köpeklerin birbirlerini yiyip bitirmelerinden kaynaklıdır.

Sivriada , Marmara denizinde Hayırsız adaların İstanbul ‘a en yakın adalara en uzak ve adaların en batıda olanıdır. Ayrıca adaların en küçüklerden biridir.


Çok küçük bir ada olan ve denizden çıkan bir dağın sivri ucu olan Sivri ada'nın zirvesinin deniz seviyesinden yüksekliği 90 metredir. 

Yassı ada ‘ya komşu ve Yassı ada ’nın yaklaşık 2 km. kuzeybatısında kalır. Kendisine en yakın ada olan Yassı ada ‘ya 1,7 km. İstanbul sahiline Kadıköy ( Fenerbahçe adası ) 11 km. uzaklıktadır. 

Tepesinde bir fener bulunan adanın, Güney cephesinde bir tatlı su kuyusu ve yatçılar tarafından kullanılan küçük bir limanı vardır. Ada deniz mahsulleri yönünden bereketli bir bölgenin ortasındadır. Ayrıca , Sivri ada’da ada tavşanı da bulunur.






Sivri ada 0,045 km2 gibi küçük bir alana sahip olmasına karşın,Bizans döneminde diğer İstanbul adaları gibi prens ve istenmeyenlerin sürgün yeri olarak kullanılmasının yanı sıra, inzivaya çekilen Bizans din adamlarını da uzun yıllar ağırlamıştır.

Bir zamanlar kendi manastırına sahipmiş. Bu manastırdan geriye kalan bazı kalıntılar hala ayaktadır. Bu yapı, imparator Manuel I. Comnenus tarafından 1158 yılında derlenen manastırlar listesinde yer almaktadır. Manastırın içerisinde iki kilise yer almaktaymış: baş melek Mikhail’e ait bir katholikon ve inançları uğruna ızdırap çeken birkaç azize adanmış bir mabet. Manastırın birkaç başkeşişi, sonradan İstanbul’un patrikliğine getirilmişler. Günümüze kadar ayakta kalabilmiş bu harabeler, limanın iç tarafında bulunan rıhtımın yanında uzanan yamaçtadır.


Adadan, Osmanlı tarihte ilk defa, 1545 yılında, burada durmuş olan Petrus Gyllius bahsetmiştir. 

Adanın isminin ,
“Hayırsız ada” ‘ya ve “Köpek adası” ‘na çıkmasının hikayesine gelince :

Bizans'tan beri İstanbul’da her zaman için yüksek olan köpek nüfusundaki artış bazı zamanlarda patlama halini alınca yönetimler çare olarak ‘‘toplama kampı’’ yapılmasına karar vermişler. Ve bu kamp da Marmara Denizindeki Sivriada ( Oxia ) 'da kurulmuş.

19. yy ’ın ilk çeyreğinde , II. Mahmud zamanında İstanbul ‘daki köpekler fazlaca çoğalınca hükümdar İstanbul'da ne kadar köpek varsa yakalanıp Sivriada ‘ya gönderilmesini buyurmuş. Birkaç günde şehirde belki de tek bir köpek kalmayıncaya dek toplanmışlar.

Bunun üzerine halk ‘‘Hayvanlara eziyet etmek uğursuzluk getirir başımıza iş açılır köpekleri orada bırakmayalım’’ diye homurdanmaya başlayınca sağ kalan köpekler alınıp yeniden İstanbul sokaklarına salınmış.

Ama halkın bahsettiği uğursuzluk yine de gelmiş: Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa'nın ordusu Kahire'den kalkıp Kütahya'ya kadar girmiş...



İstanbul köpeklerinin sürülmesi ile ilgili olarak bir diğer teşebbüs Sultan Abdülaziz döneminde yaşanmıştır. Köpekler toplanarak gemilerle yine Hayırsız Adaya gönderilmiş. Ancak bir süre sonra İstanbul’un çeşitli semtlerinde çıkan yangınlar köpeklerine bağlı halkın bunu köpeklerin bir intikamı olarak değerlendirmesi üzerine ikinci bir emirle köpekler tekrar şehre getirilmişler.

1910' da ‘‘köpek meselesi’’ni çözmeye bu defa da İstanbul ‘‘Şehremini’’ yani Belediye Başkanı Suphi Bey soyunmuş. İstanbul'daki bütün köpeklerin yeniden Sivri ada 'ya yollanmasını emredince birkaç gün içinde 80 bin civarında köpek adaya çıkartılmış.

Dikili tek bir ağacın bile olmadığı kayalık Sivri ada ‘da 80 bin köpeğin feryadı söylendiğine göre geceleri İstanbul'dan bile işitilir olmuş... ...Sesler birkaç gün sonra kesilmiş zira yaşayabilmek için birbirlerini yiyen köpeklerden artık bir teki bile hayatta değilmiş...

Adadaki köpeklerin durumunu bizzat gözlemleyen Fransız bir gazeteci ise gördüğü manzarayı şöyle tasvir etmiştir :

"Dayanılmaz derece sıcak vardı. Etkisinden kurtulmak için kabinime çekildim. Vapur durmuştu. Biraz kestirmiştim. Hemen kalktım. Acele merdivenleri çıkarak güverteye kendimi attım: Küme küme köpek cesetleri ve etrafa yayılan çok fena bir koku..
Bir mil uzakta ağaçtan, bitkiden oluşmuş yalçın bir kayadan ibaret olan ada gözüküyordu..Yalçın kayanın üstünde köpekler karınca gibi kaynıyor… Köpeklerin en büyük kısmı sahili takip eden kayalık üzerinde toplanmıştı. Pek çokları güneş hararetinden kavrulmuş, serinlemek için var güçleriyle suda yüzüyorlar, son takatlarına kadar suda kalmak istiyorlar. Ötede beride görülen cesetlerin etrafında dolaşarak, çabalayarak bir parça et koparmaya çalışıyorlar... Karadaki diğer kısmı ufak bir gölge bulabilmek için taş kovuklarına sığınmak üzere delik, deşik arıyorlar... Diğer bir kısmı ise adeta delirmiş gibi oraya buraya koşuyorlar, sürekli kendi etraflarında dönüyorlar... Seslerini şimdi tam olarak duyuyorduk. İşittiğimiz bu feryatlar köpek havlaması değil adeta insan feryadı idi. Kaptan geminin düdüğünü çaldırdı. Zavallı hayvanlar bir yardım sesi duymuş gibi heyecanlandılar. Bu sese hayvanların nasıl yalvarırcasına cevap verdiklerini size anlatamam. Bilmem göz önüne getirebiliyor musunuz? Feryat ve inilti saçan bir yalçın kaya. Bir yanardağ ki ateş yerine feryat, duman yerine cesetler saçıyor. Bu kızgın zemin üzerinde su, yiyecek için ağızları açık köpekler...Etrafında martıların uçuştuğu cesetler kısım kısım denizde lekeler oluşturuyor. Vapur hareket etti. zavallı köpekler yine bizleri son bir ümit ile takibe çalışarak çırpınıyorlar. Hiçbir şeyden habersiz geminin dalgaları onları büsbütün batırıyor, boğuyor, öldürüyordu. Ne karada ne denizde ölümden başka onlara el uzatan yoktu. Uzaktan bir romorkör'ün adaya doğru geldiğini gördük. Arkasında iki mavna köpek dolu kafeslerle aynı adaya gidiyor. Hayırsız Ada'nın aç sakinlerine İstanbul'dan taze köpek getiriyorlardı. Biz uzaklaştık. Marmara'nın yüzü üzerinde siyah bir nokta halinde kalan bu müthiş manzaralı adadan bakışlarımızı ayıramıyorduk...”
Fransız gazetecinin çizdiği bu tablo köpeklerin sürgünün ne kadar acımasızca yapıldığını gözler önüne sermekte.


Bu olaydan kısa bir sure sonra İstanbul'da meydana gelen büyük bir deprem şehir halkı taradından " Allahın gazabı " olarak nitelendirir. İstanbul halkının beklediği uğursuzluk da gecikmemiş , Balkan Savaşı patlak vermiştir...


Benim bu yaşıma kadar İstanbul 'da gözlemlediğim Türkiye 'nin her yerinden daha fazla olan "kedi - köpek " sevgisinin ne kadar çok , samimi ve eski olduğunu ise şu yazılardan bir kez daha teyit ettim !


Ömer Aymalı , Tarih dosyasındaki araştırma yazısında şöyle anlatır İstanbul Köpeklerini ;

Tarih boyunca İstanbul şehrinin bir parçası olmuş olan köpekler özellikle Osmanlılar döneminde ayrıcalıklı bir yere sahip oldular. İstanbul’un sokaklarında mahallelerinde serbestçe dolaşan köpekler yabancı seyyah ve gözlemcilerin de ilgisini çekmiş o dönemlerdeki İstanbul kart postallarının olmazsa olmazı gibi bir yer edinmişti. İstanbul halkının hayvan sevgisi ve köpeklere gösterdiği özen 1909 yılında Avrupa’da yayınlamış bir kitapta şöyle ifade ediliyordu:
"Köpeklerin en çok sevildiği ülke hangisidir? Türkiye. Orada onların hepsine uygun olup olmadığına bak­maksızın yemek veriliyor. Hamile dişi sokak köpeklerine doğum yap­maları için evlerin önünde ot veya samandan yatacak yer hazırlanıyor. Camiden çıkıldığında, onlara özel olarak yapılmış peksimet dağıtılıyor. İstanbul'da kendilerini barındırma hakları meşhurdur.
Bu kentin sokak köpeklerinin nüfusu 60 bin kadar­dır. Küçük aşiretlere bölünmüşler; bu aşiretlerin her birinin bir soka­ğı veya bir mahallesi bulunuyor ve oradan çıkmadıkları gibi kimseyi de sokmuyorlar, böylece her köpek aynı mahallede doğup, büyüyüp ölür. Lüksün ve zarafetin merkezi olan Pera Caddesi'nin orta yerinde bu köpekleri caddenin veya kaldırı­mın ortasında yayılmış bulursunuz. Kırların ortasındaki kadar rahat bir şekilde gelen geçeni umursamıyor­lar. Daha doğrusu kendi evlerinde olan onlar; size de onların rahatını bozmamak düşüyor."'


19.yy’ın tanınmış seyyahlarından Edmond De Amicis ise İstanbul’un köpekleri ile ilgili olarak şu ifadeleri kullanıyordu: 
“İstanbul kocaman bir köpek harasıdır; şehre varı varmaz herkes bunu görür. Köpekler,şehrin ikinci nüfusunu oluştururlar ve her ne kadar sayıları birincisinden az ise de ilgi çekicilikte ondan geri kalmazlar!.. Onlar kocaman bir bedavacılar cumhuriyetinde bir araya gelmiş durumdadır, ne tasmaları, ne sahipleri, ne kulübeleri ne evleri,ne de kanunları vardır. Bütün hayatları sokaklarda geçer. Orada kendilerine küçük yuvalar kazarlar, karınlarını doyurup uyurlar, doğarlar, yavrularını beslerler ve ölürler ve hiç kimse-hiç olmazsa Stambul’da-işlerine veyahut istirahatlarına en ufak bir şekilde karışmaz.”
1800’lü yıllarda sayıları 60 bini bulan köpekler şehrin bir parçası olarak kabul edilmekteydi. Köpekler İstanbul halkı tarafından sevilirdi ve beslenmeleri halk tarafından karşılanırdı. Buna karşın köpeklerin şehirde güvenlik, sağlık ve temizlikle ilgili çeşitli toplumsal görevleri bulunmaktaydı. İstanbul’un köpekleri geceleri kendi mahallelerine gelen yabancılara ve şüpheli kimselere saldırarak bir çeşit zabıta görevi görürdü. Köpeklerin bir diğer faydası ise şehrin temizliği ile ilgiliydi. Kapı ve pencerelerden atılan yemek artıklarını yiyip bitirmeleriyle bu işlevi yerine getiriyorlardı. Böylece çöp sorununun tam olarak çözülemediği şehirde köpekler çöp sorununa da çözüyorlardı. Bu şekilde şehrin sağlığına da katkı da bulunuyorlardı.
Osmanlı klasik döneminde şehrin bir öğesi kabul edilen ve önemli bir işlev gören köpeklere bakış açısı modernleşmeyle beraber değişmeye başladı. Şehir hayatının canlanması ile mahallelerin özerkliğinin, mekansal sınırların ortadan kalkması mahalleler arasındaki geçişlerin hızlanması İstanbul köpeklerinin bir sorun olarak görülmesine yol açacaktı. Halk için olmasa da yöneticiler için köpekler artık şehirden sürülmesi gereken istenmeyen hayvanlar olarak görülmeye başlandı.



Köpeklerin Sivri ada 'ya atılması ile ilgili bir yazıda Pierre Loti'nin kaleminden:

‘‘...Bu ülkeye İkinci Mehmed' in ordularının ardından gelen köpekler ...Kimseyi hiçbir zaman ısırmamış olmalarına rağmen katliamların en iğrencine mahkûm edildiler. Hiçbir Türk Hilâl'e uğursuzluk getireceği söylenen bu onur kırıcı görevi üstlenmek istemedi. Bu yüzden serseriler işsiz güçsüzler ve haydutlar görevlendirildi. Bunlar işlerini demir kıskaçlarla yapıyorlar zavallı kurbanlarını boyunlarından ayaklarından ya da kuyruklarından yakalıyorlar ve onları rastgele kan  revan içinde Hayırsızada 'ya götürecek olan mavnalara atıyorlardı.
Hayırsız ada Marmara'nın ortasında çöle benzeyen bir kayaydı. İçecek bir damla su yoktu köpekler orada açlıktan ve susuzluktan öldüler ve bu arada bilinçlerini yitirdiklerinden birbirlerini yediler. Adanın yakınlarından bir kayık geçerken hepsi kıyıya geliyorlardı ve yürekleri parçalayan iniltileri duyuluyordu. Kayıkları ve insanları ne kadar uzakta olursa olsun gördüklerinde bütün saflıklarıyla yardıma çağırıyorlardı.


Bu konuda bir de Belgesel bir video vardır yakın zamanlarda yapılan ;

Hayırsız Ada / İstanbul’un Köpekleri – Sergeyi Avedikian Belgesel Video

” Cannes Film Festivali’nde en iyi kısa film ödülünü alan Hayırsız ada (Chienne d’Histoire) oldu. Yönetmen Ermeni kökenli bir Fransız. 

Konusu, Osmanlı’nın 1910’unda geçiyor . Sulu boya tablolar gibi yapılan animasyon filmde, İstanbul’un artan sokak köpeklerinin toplanıp Hayırsız ada’ya götürülmeleri, orada birbirlerini kırarak ölmeleri anlatılıyor.



Adaya dikilen Anıt


Mühürden sahilinden Sivri ada...





Yassıada - Plati




Fenerbahçe 'den Marmara 'ya bakış ve hayırsız ada.....


( Plati)  Yunanca "düz-yassı" anlamına gelmektedir. assıada ,aynı zamanda " Hayırsızada " olarak da bilinir ve bu isim bir kısım yerli halk tarafından hala kullanılmaktadır.

Yassıada ’nın boyutları Eni 185 m. boyu 740 m. olup 0,052 km2 lik bir alanı kaplar.
Deniz seviyesinden yüksekliği azami 40 m.’dir. Adanın arazisi düzdür, ancak sahilleri genellikle denize dik olarak iner .

Sivri ada ‘ya 0,9 ve Kadıköy ‘e ( Fenerbahçe adası ) 6,27 deniz mili uzaklıktadır. Kuzey tarafında küçük bir limanı vardır.




İki kere İstanbul’un patrikliğini yapmış (847-58, 867-77) olan 
Aziz Ignatius adına Bizans İmparatoru Theofilos tarafından  9. yy. ortalarında adanın tam ortasına Platea Manastırı inşa ettirilmiştir. 
İgnatius’un da 860 senesinde adada Kırk Azizler adıyla kilise ve Meryem Ana adına bir mihrap yaptırmasıyla , ada keşişler ve münzeviler tarafından rağbet görmeye başlamıştır.
( Ernest Mamboury 1943 tarihli rehberinde, bu kiliselerden birine ait kalıntılara rastladığını belirtmiştir.)
Ancak , Patrik daha sonra İmparator muhalifi olarak kendi manastırına sürgün edilerek ev sahipliği yapmıştır. Patriğin yandaşları ve keşişler ise bu kilisenin altındaki dehlizlerdeki zindan ve işkence odalarında işkence görüp ölüme mahkum edilmişlerdir.





Yannis Orfanotrofos 'un Konstantin Dalassenos 'u Yassıada'ya sürgün etmesini gösteren bir minyatür.


I. Manuel Comnenus’un 1158 yılında hazırladığı listede adı geçen bu manastır, 40 Şehit’e adanmış bir katholikon ve bir Hz. Meryem mabedine ev sahipliği yapmıştır.

Bazı kaynaklar ise , IV. yüzyılda yaşamış Ermeni Başpatriği I. Nerses’i , İmparator Valens tarafından adada sürgüne mahkum edilen ilk önemli kişilerden biri olarak zikreder.

Bir araştırmacı yazar , 19. yüzyılın sonlarına doğru adayı ziyaret eden seyyah Gustave Schlumberger 'in  mahzenleri ve adadaki hapishaneleri şu şekilde tasvir ettiğini anlatmaktadır;

"Bu korkunç hapishane kayaya oyulmuş geniş yer altı odalarından meydana geliyordu. Bu canlı canlı ölüme mahkum edilen zavallılar zemin hizasından oyulan bir delikten aşağı yuvarlanır, tıkınacakları bir iki lokma da buradan atılırdı. Buraya varlığıyla sorun yaratan, iktidar üzerinde hak iddia eden kimbilir kaç kişi tıkıldı. Kışın rüzgârların dövdüğü, yazın güneşin kavurduğu bu kayalıktaki sürgün, kıraç Marmara Adası’na gönderilmekten dahi korkunç kabul edilirdi. Bîçare mahkumlar kaba askerlere, çoğu kez barbarlara teslim edilir, tamamıyla bunların insafına terk edilirdi."

1204 yılında yapılan IV. Haçlı Seferi’nde adaya gelen Latinler manastırı ve kiliseyi yakıp yıkmışlardır. Ada bu sefer de 15. yüzyılda Rus korsanlarının manastırı harabeye çevirerek içerisindeki 22 keşişi öldürmesine tanıklık etmiştir.

İstanbul ‘un fethinden sonraki uzun yıllar boyunca 
ada ile ilgilenen olmamıştır .

Osmanlı döneminde İngiltere ‘nin İstanbul sefiri Sir Henry Bulwer, 1859 ‘da Sultan Abdülmecit ‘ten adayı satın almıştır. Sefir, burçları olan küçük bir şato şeklinde, biri batı tarafında, biri ortada olmak üzere kaleye benzer iki bina ile adanın ortasına enteresan bir mimari üslupta, şato büyüklüğünde bir köşk inşa ettirmiştir. Söylentiye göre, elçinin adayı almaktaki ve düzenlemekteki amacı, ileride meydana gelebilecek olası bir İngiliz işgaline destek vermek amacıyla adanın bir üs vazifesi görmesidir.





Daha sonra Osmanlı Hükümeti tarafından adanın bir Türk ‘e satmasının istendiği rivayet edilir….Araziyi Mısır Hidivi İsmail Paşa alır . Ancak kısa bir süre sonra adanın şehirden uzak olmasının da etkisi ile Yassı adadan sıkılarak adayı yalnızlığa terk eder.

Yassı ada , 1947 yılında Deniz Kuvvetleri tarafından satın alınmış , 1949 'da inşaata başlanmış ve 1952 'de eğitim hizmetlerine açılmıştır. Komutanlık kuzey iskele yanındaki, bugün de duran Bulwer 'in şato tipi yuvarlak köşkünü muhafaza ederek , subay ve erler için yüksek katlı lojmanlar, spor sahası, tesisler, buz deposu, yemekhane, silahhane gibi birçok yeni bina yaptırmıştır..

Daha sonra bu ada ’da 27 Mayıs 1960 askeri darbe sonrası kurulan mahkemelerde Demokrat Partililer yargılanmış , üç politikacının idam hükmü infaz edilmiştir.





Ada Uzun yıllar kapalıydı. Askeri denetim altındaydı. Adaya yaklaşılması bile yasaktı. Bizler adaya uzaktan bakar merak ederdik.


1978 yılında Deniz Kuvvetleri bu adayı terk etmiştir. Ada 1993 yılına kadar " İÜ Su Ürünleri Fakültesi " ’ne tahsis edilinceye kadar yine yalnızlığa terk edilmiş ancak , şehre uzaklığın getirdiği çeşitli sıkıntılarla Fakülte 1995 ‘e kadar eğitim ve araştırma görevine devam edebilmiştir.






Ada bu yıllarda eski anılarından arındırılmak istenircesine ve de hoyratçasına hafriyata maruz kalmaktadır. 

Arkeologlar Derneği İstanbul Şubesi, konuyla ilgili olarak yaptığı açıklamada, adanın 4. yüzyıldan bugüne gelen tarihî varlıklarına dikkat çekmişti.

Arkeologlar Derneği’nden Yiğit Özar,

Paphagonialı Niketas’ın yazdığı ‘Tessarakonta’ isimli kitaptan, “Kırk Şehitler Kilisesi”nin varlığını öğrendiklerini belirtiyor. Fakat bugüne kadar bu kiliseyle ilgili adada herhangi bir bulguya ulaşılamadığını belirten Özar, 
“Buradaki asıl sorun, arkeolojik kazı olmadan hafriyat yapıldığı için, ne kaybettiğimizi bilemeyecek olmamız” diyor.


İdamların yapıldığı ada olarak hafızalarda yer eden bu talihsiz adanın Bizans'tan bu yana süre gelen sürgün yeri olma özelliği ve 1960 darbesinin izlerininin silinmesi adına             bugün adı ,  " Demokrasi ve Özgürlük Adası " olmuştur !




Tarihi yok etmek , saklamak üzerine iflah olmaz huyumuzun burada da devam ediyor olması adadaki Dini Arkeolojik kalıntılarında yok olmasına sebep olmaktadır.

Ada şimdilik İstanbul'a yakın ve deniz trafiğinden uzak olduğu için hafta sonlarında şehirdeki dalış kulüpleri eğitim alanı olarak kullanmaktadır.


Marmara Denizinin tek balık çiftliği de burada bulunmaktadır. Gökkuşağı alabalığı , 1–4 kg'lık Çelikbaş Alabalığı yetiştirilmektedir.









11 Ocak 2016 Pazartesi

ÜSKÜDAR 'DAN KIZILTOPRAK 'A 700 YILLIK TARİH.....( KARACAAHMET MEZARLIĞI )



Karacaahmet Mezarlığı :



Eski Gasilhane Meydanı

Karacaahmet türbesinin de içinde bulunduğu bu mezarlık Türkiye ‘nin en büyük ve de en eski , dünyanın sayılı büyük mezarlıklarındandır. Mezarlık yaklaşık 700 yıllık bir tarihi olan çok eski bir Yeniçeri ve Bektaşi mezarlığıdır.

Uzun yıllar Üsküdar Mezarlığı olarak anılan mezarlık daha sonraları adının son şeklini , İstanbul'a Hacı Bektaş-ı Veli tarafından İslam dinini yaymak üzere gönderilen Karaca Ahmet Sultan 'dan alır. ( bknz. Karacaahmet Sultan ve Türbesi hakkındaki blog yazım .)




Rivayetlere göre de ; ilk olarak İstanbul şehrinin Araplar tarafından muhasarası sırasında şehit olan askerler Karacaahmet Mezarlığının bulunduğu bu alana defnedilmişlerdir. Mezarlıkta hiçbir zaman Roma veya Bizans lâhidine rastlanmamıştır.

Sonraları , Orhan Gazi 'nin , Bizans yönetimindeki Üsküdar 'a yakın pek çok kale gibi Samandıra kalesini de fethetmesi sonrası bu bölgelere yerleşmeye başlayan Türk / Müslüman halkın kullanmaya devam ettiği bir mezarlıktır.








Karacaahmet Mezarlığından , ünlü Azeri gezgin ve bilim adamı Hacı Zeynel Abidin Şirvani 'nin seyahatnamelerinde ( 1826-27 ) , 
 " Üsküdar 'da uzunluğu bir fersah , eni yarım fersah olan bir mezarlık vardır ( 1 fersah : yaklaşık 5.5 - 6.5 km. dir ) . Oradaki her bir mezarın yanı başında bir servi ağacı dikilidir " şeklinde bahsedilir.


III. Selim ve II. Mahmud dönemlerinde ( 1789 - 1839 ) İstanbul 'a gelen batılı seyyahlar da tasvir , seyahatname ve gravürlerinde Üsküdar 'daki bu mezarlıktan söz ederler. Bunlardan bazıları Amerikalı misyoner Brewer , Fransız seyyah-bilim adamı - gazeteci Jean-Baptiste Lechevalier , seyyahlar Bergren ,Oliver , Wilkinson....vb.

Bergren 'in Karacaahmet Mezarlığı fotoğrafı


1850-55 yılları arasındaki seyyahlardan Üsküdar ve çevresi hakkında en ayrıntılı bilgi veren seyyah Olivier’dir.
Olivier, Üsküdar mezarlıklarının geniş, gösterişli mezarlıklar olduğunu yüksek ve sık ağaçlık bakımından imparatorluğun en iyisi olduğunu belirtmektedir. 

Olivier, İstanbul’un müslüman sakinlerinin bir övünme veya gururlanma kaynağı olarak Asya 'da gömülmeyi tercih etmekte olduklarını, burayı kutsal toprak ve gerçek müminlerin toprağı olarak gördüklerini, onların, imparatorluğun Avrupa topraklarının bir gün hıristiyan güçlerin eline geçeceğini ve müslümanların başkentten çıkarılacağına inandıklarını belirtmektedir. Mezarlığın kasabanın yukarısında , doğu ve güneye uzanarak denize ve Kadıköy’ün dış mahallerine kadar gittiğini belirtmektedir.


Karacaahmet Mezarlığının Kurbağalı Dere köprüsüne kadar uzantısı

Seyahatinde sadece Üsküdar Mezarlığı hakkında bilgi veren Wilkinson 'da, bu mezarlığın birkaç mil genişliğinde olduğunu ve başkente yakın olması sebebiyle, ölülerin canlılardan daha fazla yer kapladığını belirtmektedir.

Osmanlı 'nın Anadolu 'ya ve daha doğuya yaptığı seferlerde ilk toplanma yerinin bitişiğinde bulunması , hac yolu çıkışı olması , Surre alaylarının yolu olması mezarlığın yeniçeri ve bektaşi meftalarının , müslüman halkın gömüldüğü bir yer haline gelerek giderek büyümüştür.

Pertusier’in tasviri ile " Osmanlı padişahlarının her yıl hac mevsiminde Haremeyn-i şerîfeyn ahâlisine, zâhidlere, mukaddes yerlerin ve hac yollarının emniyetini sağlayan Mekke şeriflerine ve Hicaz bölgesinde yaşayanlara gönderdikleri para ve değerli eşyalara surre ; bunları götüren topluluğa da surre alayı denirdi. Alayın İstanbul’dan Hicaz bölgesine doğru seyahatinde Üsküdar , İstanbul’dan asıl çıkış noktası ve toplanma yeri idi. Zira Üsküdar’a gelen alay burada tekrar tertip edilir ve buradan hareket ederdi."


1852''de yazdığı ve bir seyahatname klasiği olan "Constantinople" kitabında, Fransız şair ve yazar Theophile Gautier (1811-1872), Karacaahmet''i, "Şark''ın en büyük ve kalabalık mezarlığı" olarak belirtir ve nasıl etkilendiğini anlatır..


Theophile Gautier (ö. 1872) “Doğu dünyasının en büyük ve görkemli mezarlığı” diyor. Yerli ve yabancı pek çok yazar, ressam ve araştırmacı Karacaahmet’e ilgi duymuş; buradaki mezar kitabeleri üzerinde biyografi çalışmaları yapanlar da olmuştur.




Jean Baptiste Eugêne Napoleon Flandin 'in (1853) Scutari, Constantinople kitabında yer alan Üsküdar Karacaahmet Mezarlığında 1741 yılında Saadettin efendinin yaptırmış olduğu sebilin (çeşmenin) önünde dinlenen ve dua eden kadınları gösterir gravürü. 


Aynı Gravürün renklendirilmiş hali



Fisher, Son & Co. tarafından bastırılmış bir Karacaahmet gravürü ; İngiliz rahip Robert Walsh’un metnini yazdığı “Constantinople and the Scenery of the Seven Churches of Asia Minor” (İstanbul ve Anadolu’da Yedi Kilise) adlı kitaptan (1838) alınmıştır. 



Yaklaşık 750 dönümlük bir araziyi kaplayan Karacaahmet Mezarlığının yedi kapısı mevcuttur . Bunlar :

1-Seyyid Ahmed (İraniler) Kapısı

2-Namazgâh Kapısı

3-Harmanlık Kapısı

4-Şehitler Kapısı

5-Körkapı

6-Yanık Ömer Kapısı

7-Fıstıklı Kapısıdır.




Karacaahmet mezarlığının neden İstanbul Osmanlının eline geçtikten sonra da ( yeniçeri ve bektaşilerin defnedilmesinden başka ) rağbet gören avrupa yakasında vefat eden meftaların dahi kayıklarla defin edildiği bir mezarlık olduğunu ise, Prof. Dr. Osman ÖZSOY 'un bir yazısından alıntı ile anlatmak doğru olacaktır ;
"Osmanlı zamanında İstanbul'dan yada Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa kıtasındaki toprakları üzerinde yaşayıp da hacca gitmek isteyen kişiler, önce Üsküdar'a geçip burada toplanır, sonra toplu halde yola çıkarlardı. Haccın başlangıç yeri sayıldığı için, Osmanlılar döneminde Üsküdar,  Kâbe toprağı sayılırdı. Üsküdar 'ın Harem semtine, bu ismin verilmesi de bundandır. Kâbe'den Üsküdar sahiline kadar Harem-i Şerif 'in karadan bir uzantısı sayıldığı için Harem-i Şerif 'e atfen bu isim verildi.O zamanlar hacca gidenler, Üsküdar'a geçtikleri andan itibaren sanki Kâbe'deymiş gibi kemâl-i edeple davranmaya özen gösterirlerdi."
Şimdi geldik yazının en hassas noktasına ;
"İstanbul’un karadan Kâbe ile temasını sağladığı için Üsküdar’in sahil şeridine Mekke’deki Harem-i Şerif'e atfen Harem diyen ecdadımız, öldükten sonra da Kâbe toprağı saydığı bu semte gömülmek isterlermiş. Aslında, hacca giden yakınlarımızdan da bileceğimiz gibi, insanımızın, Mekke’de ölmek gibi bir arzusu da vardır. Bu nedenle halkımız, son nefesini oradan verenleri şanslı sayar. Hatta orada ölenlerin cenazelerini getirmek gibi bir gelenek yoktur.
İşte Osmanlılar döneminde İstanbul’da yaşayanların hissettiği bu arzu, Karacaahmet Mezarlığı adıyla, içinde en fazla insanın medfun bulunduğu dünyanın en büyük mezarlığının ortaya çıkmasına neden oldu.Nitekim, hiç üşenmemişler, kar kış demeden hiç yüksünmemişler, cenazelerini deniz yoluyla suyun öbür tarafına geçirerek orada defnetmişler.
İstanbul’da yaşayanların gömülmeyi arzu ettikleri diğer bir mekan da yine oldukça büyük olan Eyüp Sultan mezarlığıdır ki, Peygamber Efendimizi Hicret ’ten sonra evinde uzun müddet misafir eden ve sancaktarlığını da yapan Halid b. Zeyd Ebû Eyyub El-Ensârî Hazretlerinin burada gömülü olması nedeni iledir.
Dikkatinizi çekerim, Eyüp mezarlığı surlara, yani eski İstanbul ’a oldukça yakın olmasına rağmen, İstanbulluların Anadolu yakasına, yani Karacaahmet Mezarlığı’na gömülmek istemesi de, Kâbe’ ye olan aşırı ihtiram ve kutsiyetteki sıralama ile ilgilidir. Yani, Kâbe ’de veya Medine’de kılınan namazın sevap derecesinde olduğu gibi..."




Necdet Sakaoğlu arşivinden 


****


Çiçekci 'den Tunusbağı 'na , Bağlarbaşı 'ndan İbrahimağa ve Koşuyolu 'na kadar uzanan bu mezarlık sanırım eskiden daha da büyüktü.

Ayrılık Çeşmesindeki halen bakımsız ve kimsesiz mezarlıktan bir görüntü


Karacaahmet mezarlığı ; 
bu mezarlığın uzantısı olarak düşündüğüm Ayrılıkçeşmesi ‘den ( İbrahimağa) Yıldızbakkal ‘a doğru bir kısmı hala duran mezarlıklar olmak üzere ( ki çocukluğumda Ayrılık çeşmesi ‘nin oraya inen şimdiki çift şeritli yolun tamamı mezarlıktı ) ve yine sanırım 
( Haydarpaşa - Söğütlü arasındaki tren yolu kanalının açılması ile ve de 1974 deki Çiçekçi - Kuşdili arasındaki yol yapımı nedeniyle yok olan ama bir kısmı hala duran ) Mahmut Baba türbesinin bulunduğu mezarlığa kadar ulaşan bir büyüklükteydi !

Ayrılık Çeşmesi 'nden Yıldız Bakkala 'a doğru

Yeldeğirmeni Ayrılık Çesmesi sokak ile Yıldız Bakkal Paris mahallesi mevkii arasından geçen yol bu mezarlığın yarısını yok etti...

Eski mezar taşları ( Yıldızbakkal )



Burada benim biraz kalıntılarına yetiştiğim , kitaplardan okuduğum şekliyle ve kuşbakışı haritaları incelediğimde kafamda oluşan Karacaahmet Mezarlığı arazisinin kapladığı alanı en iyi TDV İslam Ansiklopedisi anlatıyor !

TDV İslam Ansiklopedisine göre ise ( özetle ) ;

"Orhan Gazi 'nin Üsküdar 'ı alması ( 1352 ) sonrası müslüman mezarlığı I.Murad devrinde "Karacaahmet türbesi etrafında " oluşmaya , Fetih sonrası da genişlemeye başlamıştır.
Resmi olarak 1698 yılında Karacaahmet mezarlığı olarak adlandırılmıştır.Bu mezarlığın bir diğer adı da , Üsküdar Mekâbir -i müslîmini dir.

Günümüzde yaklaşık 750 .000 m2 lik bir araziyi kaplayan bu mezarlık ; Miskinler , Saraçlar Çeşmesi , Şehitlik , Musalla ve Duvardibi adlarıyla 5 büyük bölgeye ayrılır.

Karacaahmet mezarlığının başlangıç noktası Menzilhane Yokuşu 'nun
 başı idi .                  (günümüzde Gündoğumu caddesi ) Cumhuriyet döneminde yapılan imar faaliyetleri sonucunda kuzeydeki Tunusbağı caddesinin nihayeti ve burada halen mevcut olan 1092 (1681) tarihli Hacı Faik Bey Çeşmesi mezarlığın başlangıcı olmuştur.

Karacaahmet Mezarlığını , Menzilhane yokuşundan başlamak üzere hepsi eski birer yerleşim yeri olan ( İnadiye , Tunusbağı , Çiçekçi , Talimhane , Haydarpaşa , İbrahimağa , Seyitahmet Deresi , Harmanlık , Nuh Kuyusu ve aşçıbaşı mahalleleri ve semtleri çevreler.

Karacaahmet Mezarlığı 'nın güney ucu devamında İbrahimaağa çayırı sonrasında ( şimdilerde ayrı mezarlık olarak kabul edilen ) Ayrılık Çeşmesi Mezarlığı yer almaktadır.



alıntı : Ayrılık Çeşmesi Arap Mezarlığı  ( Levent Akın beyin çektiği fotoğraf )


Eskiden Ayrılık Çeşmesinden sonra ise Acıbadem Yıldızbakkal üzerinden aşağıya Söğütlü Çeşme 'ye kadar inmekte , buradan itibaren de mezarlığa Mahmutbaba Mezarlığı adı verilmekteydi. Bu mezarlığın karşısında Söğütlüçeşme tren istasyonu önünde bir bölüm daha vardı. Burada dereyi ( Kurbağalı dere ) aşan Taşköprüden sonra mezarlık Fenerbahçe Stadyumu arkasında devam ederdi.

Karacaahmet mezarlığının son ucu , şimdiki Ankara yolu sapağı başındaki Kalyonlar Başhalifesi ve ailesinin sofasıyla az ilerideki Kızıltoprak camii yanındaki hazire idi .

Menzilhane 'den başlayarak Karacaahmet Türbesi önünden geçen ve mezarlığı katedip Ayrılık Çeşmesi 'ne ulaşan güzergah surre alayı ' nın yapıldığı ve ordunun sefere çıktığı yoldur.
( Yani yaklaşık şimdiki Karacaahmet Türbesi önünden Duvardibi sapağından direk ayrılık çeşmesine inen yol )
Bu yol , iki yanında yer alan ve her biri mimari şaheseri olan aile sofaları ve devlet adamlarının mezarlarıyla karacaahmet Mezarlığının bel kemiğini oluşturur.



 Yıldızbakkal 'da tren köprüsü kenarındaki mezarlıktan bir bölüm



Yıldız Bakkal 'da arta kalan mezarlar....




Yıldız Bakkal 'dan Kuşdili 'ne doğru Mahmut Baba Türbesinin bulunduğu mezarlık parçasından günümüzden fotoğraflar :






Kuşdili Mahmut Baba sokaktaki ( şimdiki Kadıköy İtfaiye binasının sokağı ) mezarlık....
( bknz. Kadıköyün Mahmut Babası isimli blog yazım. )



Hacı Bektaş Ocağına mensup Yeniçeriler Karacaahmet 'e bölük bölük , cemaat cemaat , onların arasından yetişen çorbacı , vezir , reisülküttab gibi şahıslar makamlarına göre düzenli olarak gömülmüştür. Bu yerler giderek mezarlıkta özel bölümler oluşturmuştur. Özel adlarla anılan bu bölümler şunlardır :

1. Çiçekçi : Çiçekçi Camii'nin karşısındaki bölüm adını camiden ve buraya gömülmüş olan çiçekçilerden alır. Sofular ve Havuzkapısı diye iki kısma ayrılır.

2. Duvardibi : Dört yol ağzında su terazisinin bulunduğu geniş sahadır. Hanya fatihi Gazi Yusuf Paşa'nın kabri buradadır.

3. Harmanlık : Nuhkuyusu caddesinin aşağısındaki Karacaahmet Mezarlık Memurluğu' nun alt ve yan tarafıdır. Tabanı Yassı ve Divitçiler bölümleri vardır.

4. Hattatlar : Reisülhattat Şeyh Hamdullah Efendi'nin gömülü olduğu bölgedir.

5. Hünkar imamı mevkii : Karacaahmet'in Ayrılık Çeşmesi Mezarlığı ile birleşen en güney kısmıdır.

6. İnadiye : Bandırmalızade Tekkesi'nin önünden itibaren Tunusbağı 'na ve Karacaahmet Türbesi'ne doğru giden bölgedir. Selim Dede ve Voynuk Ahmed Ağa bölümleri vardır.

7. Kaygusuz İbrahim Baba : Tıbbiye caddesiyle Saraçlar çeşmesi caddesi arasındaki adanın üst kısmıdır. Kaygusuz İbrahim Baba ve müridleri burada gömülüdür. Namık Paşa aile sofası da burada yol kenarındadır. 8.Kuyubaşı.

8. Miskinler : Adını burada kurulmuş cüzzamhaneden alır. Saraçlar çeşmesi caddesi üzerindeki Balım Ağa Çeşmesi'nin civarıdır. Sıkselviler ve Emir Kasım adlı iki bölümü vardır.

9. Saraçlar Çeşmesi : İbrahim Ağa Camii ile Ayrılık Çeşmesi arasındaki kısım olup tamamen
istimlake uğramış. Yol kenarında sadece Sadrazam Halil Hamid Paşa aile sofası kısmı kalmıştır.
Bu bölümün İbrahimağa, Ayrılık Çeşmesi ve Paris mahallesi kısımları yok edilmiştir.

10. Seyitahmet deresi : Dere vadisinde bir mesire yeri olan bu bölüm yok edilmiştir. Halen İraniler Tekkesi ve özel mezarlığı mevcuttur. Mezarlığın güneydoğu ucudur. Bu kısım Ayasofyalılar, Taşköprü , Yağlıkçılar Edhem Paşa bölümleriyle meşhurdur.

11. Şehitlik : İçteki orta kısımdır.

12. Yüksek Kaldırım : İnadiye'nin doğu kısmındaki sahadır.

13. Tunusbağı : Mezarlığın en meşhur kısmı olup sağlı sollu eski kabirlerle doludur. Sofular, Karaağaçlar. Avas Mehmed Paşa bölümleri vardır.





 Karacaahmet mezarlığı eski gasilhane arkasındaki aile mezarlığım....


Tunusbağı 'na doğru Gündoğumu caddesindeki mezarlık parselinden eski mezar taşları....



Duvardibi ( eski )


alıntı : Karacaahmet Çeşmesi - dünü bugünü 

Saraçlar Çeşmesi

Ancak, günümüze kadar mezarlık olarak kullanılan ve de halen Kadıköy – Üsküdar civarının faal mezarlığı olarak kullanılmakta olan bu mezarlık ( ailemin büyüklerinin kabri de bu mezarlıktadır. ) sonuç olarak ; 

Mezarlık , İstanbul 'un Fatih tarafından fethinden 100 yıl önce,  Üsküdar 'ın 1352 'de     Orhan Gazi tarafından fethedilmesi ile " müslüman mezarlığı olarak kullanılmaya başlanmış.....I. Murad (1361-89) döneminde "Müslüman kabristanı" olarak tahsis edilmiş.......Mezarlık içerisinde Karacaahmet Sultan adına kurulan dergahın bulunduğu bölgenin ( Çiçekci, Bağlarbaşı, İbrahimağa ) 1481 yılında Padişah II. Beyazıd tarafından Karaca Ahmet Sultan Bektaşi Vakfına bağışlanmıştır. 1539 yılında gördüğü bir rüya üzerine Kanuni Sultan Süleyman ’ın cariyelerinden olan ve Şehzade Murad'ın annesi olan Gülfem Hatun tarafından Karacaahmet Türbesi yapıldıktan sonra ise bu isimle anılmaya başlamıştır.


Karacaahmet mezarlığı yayılı bulunduğu bu muazzam alan üzerinde 1917, 1940, 1956 ve 1974 tarihlerinde olmak üzere dört defa istimlak görmüştür..... 
Bu istimlak operasyonlarında özellikle 1974'te Karayolları 'nın istimlaki sırasında ciddi şekilde tahrip olmuştur.( Duvardibi 'nden Kızıltoprak 'a kadar )

Toplam defin sayısı, geçmişte kayıt tutulmadığı için kesin olarak bilinmemekte beraber milyonlarla ifade edilmektedir.


Son ziyaretimde ( 2015 ekim ) , Koşuyolu giriş kapısının oradan sağ tarafta İranlılar Mescidi Mezarlığı yanında kalan çukurlukta büyük bir temizlik sonrası günümüz için disipline edilmiş hazır boş mezarların olduğu bir alanı tesis edilmiş olarak gördüm !



700 yıldan bu güne oraya defin edilen tüm meftalara allahtan rahmet taksiratlarının affını dilerim.